0 %

Paragraf Yorumları

Yorumlar yükleniyor...

Yorum Yap

1. BÖLÜM

Yazı Boyutu
100%

HARE, temsili.

HARE, temsili. 🪽

1808

Oriyago şehrinde, küçük bir obada.

"Hare, ormandan mantar topla, gel."

Ateş böcekleri de benimle gelsin mi?

Ya da kelebekler?

Ve geyiğim?

"Ateş böceklerinin peşine takılma yine. Tez git, tez gel."

N'olmuş yani kalbim öyle isterse, ateş böcekleri de benimle gelse?

Geyiğime döndüm. "Ateş böceklerini bekleyeduralım, onlar gelince gideriz."

Geyiğim başını salladı, boynuzları ağaca çarptı. Boynuzlarıma sahip çıkmayı ne zaman öğrenecekti, onu defalarca uyarmıştım. Ben bir şeyi boşuna söylemezdim, beni kaale almıyorsa daha da konuşmazdım.

Elimdeki okla onu hedef aldım. "Sözlerime kulak as."

Boynuzlarını bir daha ağaca çarpsan da geyik, sen bu oku hak etsen de geyik, ben seni seviyorum.

Kendi ellerimle yaptığım okumu indirip başımı ormanın derinliğine çevirdim. Köşk ilerideydi, buradan görünmesine muhtemel yoktu. Obadakiler oranın bir cadı köşkü olduğunu söylüyordu ama beni tanımıyorlardı, çünkü hiç görmüyorlardı. Havadan mı düştün, karadan mı geldin? Belki nehirden çıktın, belki bir ağacın kovuğundan doğdun. O gece nereden çıktın bilinmez ama nereye gideceğini kendin seçebilirsin, bir soytarı gibi ezilebilir; yeterince güçlü olursan da bir savaşçı gibi hak ettiğini alabilirsin.

Gözlerimi kapatıp ormanın sesini dinledim. Sık sık bu ağaçta otururdum. Bazen şafağa gözcülük ederdim, bazen akşam üstüne, bazen de geceye. Bir rüzgâr saçlarımın arkasından hızla geçip ilerideki yosun renkli, uzun gövdeli ağaçların arasında kayboldu. Cadı o ağaçların meşe ağacı olduğunu söylemişti, neredeyse bir asırdır var olduklarını da.

Cadı ya dönüp bir asırdır yaşıyor musun diye sormuştum, başıma bir tane vurmuştu.

Cadı ürkütücü bir kadındı, obadaki herkesin ondan korktuğunu söylüyordu. Ama ben korkmuyordum. Zira onun pamuk gibi bir kalbi olduğunu iyi biliyordum. Gökyüzü siyaha döndüğünde, ateşin yandığı odaya beni yatırdığında yaklaşıp saçlarımı okşadığında... İşte o zaman biliyordum.

"Hare, yine ağacı mı çıktın Hare?" Cadı o çirkin sesiyle bağırıyordu. Bunak. "Bacağın tekrar yaralanırsa seni şifacıya götürmeyeceğim al kız."

Geyiğim huzursuz bir ses çıkardığında, boynuzunu ağacın gövdesine bir daha çarptığını gördüm. Başımı eğip yerden yüksekliğime baktım. Yine ağaca tırmanmıştım, cadı görürse beni gece eve almazdı. Bu yüzden, o evden çıkıp ormanın derinliğine karışmadan ağaçtan inmeliydim.

Okumu, yavaşça yere bıraktım ve kumlar etrafa saçılırken, ağaca sarılıp sürtünerek inmeye başladım. Bu ormanda çok görmemiştim ama cadı ağaçtan böyle inerken sincapa benzediğimi söylemişti. Lanet olası etek olmasaydı daha kolay inebilirdim, ne olurdu sanki erkeklerin giydiği pantolonlardan giysem. Obaya gittiğim bazı zamanlarda erkeklerin kadınlardan daha rahat giyindiklerini görmüştüm. Cadı, obayla bu orman arasında kurulan pazara her gittiğinde bana etek dikmek için kumaş alıyordu ama çok uzun, ağırlardı. Ağaca tırmanırken külfet çıkarıyorlardı.

"Geyik... Yardım et..."

Ellerim, ağacın etrafındaki sarmaşıklara sürtündü ve göğüslerim ağaçtaki sivri çıkıntılara değerek acıdı. Yere kayana kadar bu eleme katlandım ve ayaklarım yere değdiğinde, kendimi geriye çektim. Ayakkabılarımın üzerinde gerileyip uzun, keten eteğimin üzerindeki gübürleri elimin ayasıyla savuşturdum.

"Nehrin sesini duyuyor musun geyiğim? Mektepten sonra seninle yüzelim mi?"

Ağaçtan inerken yorulmuştum. Tez soluklar alıp keten gömleğimin açılan yakasını kapattım ve geyiğimi peşimden sürükleyerek ağaçların yanından nehre doğru akın ettim. Mantar toplamayacaktım. Her zaman önceliği kendi arzularıma verirdim.

Eteklerimi tutarak kızılca cehennem harelerimi ormanda dolaştırdım. Benim ormanım, benim yuvam. İnsanlar nehrin diğer tarafındaki obada hayatlarını sürüyorlardı. Bu ormanın içinde cadıyla ben yaşıyorduk. O neredeyse bunamıştı, yedi ve sıfır yaşındaydı. Yedi ve sıfır yan yana gelince ne oluyordu, unutuyordum ama o kadar yaşta olduğunu biliyordum.

Ben de bir ve dokuz yaşındaydım.

Birbirinden farklı çiçek kokularının olduğu ormanda, çok yakından bir vızırtı duyduğumda başımı çevirdim ve kırmızı saçlarım benimle beraber uçuşurken yanımdan geçen ateş böceklerini gördüm. Ormanın içindeki en sevdiğim hayvanlar geyiğim, ateş böceklerim ve kelebeklerimdi. Geyiğim arkamdan gelirken, ateş böceklerine yetişmek için koştum ve bir söğüt ağacına çarpınca durdum. "Tek dostlarım da arkasına bakmadan gidiyor."

Benim tek dostlarım onlardı, bu ormandaki hayvanlar alemiydi. Başka bir tane bile arkadaşım yoktu. Öksüzlerin zaten böyle olurmuş, cadı öyle söylemişti. Topluluk halinde uçan ateş böceklerine baktım ve omuzlarımı silktim; beni beklemiyorlarsa ben de onların peşinden daha da gitmezdim.

Arkama dönüp geyiğime baktım. "Mektebe geç kalıyoruz."

Geyiğim koşmaya başladığında ben de ormanın içinde, sık ağaçların arasından koştum. Benim yuvam bu ormandı, her karışı hafızamdaydı. Kestirmeleri, uzun yolları, dinlenilecek ağaçları biliyordum. Kurt ve çakalları ne vakit, kelebekler kozalarından ne halde çıkar hep bilirdim. Cadı beni o köşkte ve bu ormanda büyütmüştü.

Algeyiğimle, güneşli ormanın içinde koşup nehire vardığımızda eteğimin uçlarını kaldırıp lastiğine tutturdum. Nehrin mest eden sesiyle içim hoş olmuştu. Bacaklarım hepten görünüyordu, cadı olsa çubukla arkama vururdu. Nehrin içine yavaşça girdim ve geyiğim de yanımdan yüzerek geçerken, ılık suyun içinde güldüm. "Geyik geyik! Saçlarıma bak!"

Nehrin etrafına düşen saçlarıma gülüp okumun nehre düşmesini engellerken iki üç dakika yüzdüm. Su neredeyse sıcaktı, çünkü güneş batıyordu. Suyun rengi yeşilimsiydi, ağaç yapraklarının birkaçı nehrin üzerindeki akıntıya kapılmıştı. Geyiğim kıyıya benden önce varmıştı, alageyikler ne hızlı yüzüyordu. Bana hayvanları, ağaçları, konuşmayı hep cadı öğretmişti. Nehrin karşısına geçip sürünerek çıktım ve ıslanan kıyafetlerime baktım. "Güneşte kurur ne olsa."

Eteğimin uçlarını, belindeki lastiğin içinden çıkarıp bacaklarımı örttüm ve okumu yere bırakıp omuzlarımda duran siyah örtüye kinle baktım. Cadı bana ben daha küçükken demişti ki; ne zaman obaya geçersen örtünü saçlarına ört, kimseye gösterme. Pek olmaz ama ne zaman insanların içine karışsam, siyah örtüyü örtüyordum. Cadı, benim saçlarımın çok özel olduğunu ama obadaki bilgisizlerin bunu anlamayacağını söylemişti. Ben de çok sinirlenmiştim, ona bir büyü yapmasını söylemiştim. O da yalnızca beni koruyan bir büyü yapmış, cevşenimi boynuma asmıştı.

Örtüyü saçlarımın üzerine yavaşça örterken, "Kimse sevmese de ben saçlarımı çok seviyorum," diye fısıldadım. Örtünün ucunu omzumun arkasına doğru atıp eğildim, yerden kendi ellerimle yaptığım okumu aldım. "Birisi karşıma geçip saçlarımın çirkin olduğunu söylerse onu bu okla, göğsünden vururum."

Geyiğimin peşine koşup obaya yaklaştım. Cadı bunu da söylemişti, o bilgisiz oba yerlilerinin gözlerimden korkacağını. Gözlerim herkesten farklı renkteymiş, insanlar değişmeyi göze alamayınca farklı olanlardan korkarmış. Benzersiz olmak bu yüzyılda ölümle sonuçlanabilirmiş.

O yüzden kalabalığa karıştığım çok ender zamanlarda başım önümde yürüyordum. Birisi gözlerimi görmesin diye.

Esasen bu yüzden cadı obaya gitmeme de rıza göstermiyorlardı.

O şimdi mantar topladığımı zannediyordu, bense obaya doğru koşuyordum. İlerleyip başımı önüme eğdim, al gözlerimle geyiğimi izleyip obanın içine yol aldım. Obadaki insanların bir kısmı çadırda, bir kısmı derme çatma kulübelerde yaşıyordu. Daha rütbeli insanlar iyi klanlarda kalırken diğer durumsuz olanlar kendi elleriyle yaptığı çadırlarda yaşıyordu. Mektep bir büyük çadırın içindeydi, oraya vardım. Okumu göğsüme bastırdım, kimseye rastlamamak için kendimi örtüyle gizledim. Mektebin olduğu yere gelince etrafıma baktım, etrafta kimseyi göremeyince çadırın arkasından yaklaştım. Hayvan otlatmaya gitmiş olabilirlerdi. Parmağımı dudağıma koyup, "Ses etme," dedim geyiğime. "Bilgi öğreneceğiz."

Tekrardan başımı ileriye çevirdim, çadırın naylon camlarından içeriye baktım. Burası obada, oba yerlilerinin kurduğu bir çadırdı ve şehirden gelmiş birisi okuma yazma öğretiyordu. Naylon camlardan içeride, kara tahtada yazılanlara bakıp bilgili adamın sesine kulak verdim. Ben içeriye girmiyordum, dersleri burada, dışarıdan dinliyordum. Ne yazık ki diğerleri kadar anlamıyordum ama sayıları ve harfleri öğrenmiştim.

Siyah örtüm rüzgârda uçuştuğunda tez canlılıkla uzanıp geri örttüm ve hocayı dinleyip söylediklerini aklıma kazıdım. Beni derse almazlarsa ben de başka yolunu bulurdum. Geyiğimin al gözlerine baktım. "Değil mi geyiğim? Biz ne dilersek o olur."

Dizlerimi kırıp eğildim ve onun boynuzlarını severken, kara tahtada yazılanların hepsini dimağıma yazdım. Müteakiben, mektepliler çıkmadan arkamı dönüp geyiğimle beraber obanın içinde başımızı önümüze eğip yürüdük. Yolumuza birisi çıktığında saçlarımı, gözlerimi daha çok örttüm.

Cadı demişti ki: hiçbir bebek dünyaya annesiz ve atasız gelmez.

O zaman benim anam kimdi, atam kimdi?

Benimle olmadıktan sonra cehennem olsunlar!

Başımdaki örtüyü tutup yürürken, kat kat etekleri yeşil çimlere sürünerek yürüyen iki kız yanımdan geçti ve göğsüme yasladığım oka bakarak, "Er gibi," diye kulaktan kulağa fısıldaştılar.

Yanımdan geçtiklerinde durup arkalarından baktım. "Siz savaşçı değilseniz ben ne yapayım!" Önüme döndüm. "Cadıya diyeyim, sizler için de bir büyü karıştırsın!"

Obanın aşağısına kadar geyiğimle indim ve tekrardan nehirden yüzerek geçtiğimizde başımdaki siyah örtüyü düzelttim. Eteklerimin uçları daha hâlâ ıslaktı, köşke gidene kadar kuruması elzemdi. Yoksa cadı bir işler karıştırdığımı anlardı. Güneşin daha çok vurduğu yerlerden gittim ve mantar toplamak için ormanın içine karıştım.

"Boynuzlarını vurma," dedim algeyiğime, alageyiğime.

Okumu göğsüme yasladım ve ağaçların arasından ilerlerken, güneşin batmaya başladığını gördüm. Saat altıya varıyor olmalıydı. Mantarların bittiği yere dek ilerleyip çalıları elimin tersiyle kenara ittim ve dizlerimi büküp eğildim. Eteklerim toprağa sürtünmüştü. Zehirli mantarları, zehirli olmayanlardan ayırabiliyordum; cadım öğretmişti. Bir uçan böceğin mantarın üzerine konduğunu gördüğümde elimi uzattım, uçup elime kondu. "Mantarlarımdan uzak dur," deyip onu hışımla üfledim.

Uçarak kaybolduğunda mantarlara döndüm ve hep topladıklarımdan sırasıyla almaya başladım. Birin ardından iki, ikinin ardından üçüncü mantarı aldım. Sayıları pekiştirmek için bazen kendi kendime sayıp dururdum. Mantarı eteğimin cebine attım ve doğruluyordum ki bir ses duydum.

At nallarının sesiydi.

Dikkat kesildim ve kafamı hızla arkama çevirdim, ağaçların arasını gözlerimle takip ettim. Ormanın içinden at geçmezdi, geçip de nereye gidecekti? Bu orman bir yere varmıyordu ya. Ancak nehrin yanından geçip obaya inerlerdi, ormanda yaşayan yalnızca bizdik. Dizlerim üzerinden bir hışımda doğruldum ve tehditlerin farkında olup kendi etrafımda döndüm.

"Kim var orada?"

At kişneme sesi daha yakından geldi.

Hadsiz at!

Siyah örtümle saçlarımı daha çok kapatıp okumu yerden aldım ve geyiğimin yanına koşuşturdum. O da huysuzlaşmış, etrafında dönüyordu. "Sakinleş geyik, geldiği gibi gider."

At buraya yalnız başına gelecek değildi, birisi atını buraya sürmüş olmalıydı. İnsanlar benim için sakıncalıydı, cadı hepsinden uzak durmamı tembih etmişti. Civarda bir sürü bir sürü ağaç vardı, atı göremiyordum ama nallarının gürültüsü ormanda yankılanıyordu. Kelebekler alçaktan uçmaya başlamıştı, atını süren her kimse ormanı endişelendirmişti.

Şu soytarının yaptığına bakın!

Bir adım öteye gidince ilerideki, sık bitmiş ağaçların arkasından süratle geçen atı nihayet gördüm. Lakin öyle çabuk geçmişti ki atı kimin sürdüğünü görmemiştim.  Hayatımda insanlarla üç kezden fazla konuşmamıştım, öyle ki cadı konuşmayı bildiğime bile şükrettiğini söylemişti. Bir insanın karşısına geçip ne denir bilemezdim, bu yüzden insan ırkını sevmezdim. Tek yakınım hayvanlardı.

"Sen kimsin, haydut musun?" Aslında sessiz kalıp gitmesini beklemek daha akıllıcaydı ama ormanıma girmişti, ne istediğini öğrensem iyi olurdu. Buradan bir yere varamazdı, dönüp gitse sıhhati için iyi olurdu. Atın bir daha kişnediğini işitince başımı arkaya çevirdim, bu seferinde at arkamdan süratle geçmişti. Niye etrafımda dolanıyordu, nehrin oraya gidip obaya geçebilirdi.

Geyiğim sıhhatsiz bir ses çıkarınca başımı ona eğip korkmuş gözlerine baktım ve sonra sinirlenip ateş gibi gözlerimle atı aramaya koyuldum. Bu ağaçlar bir asırdan uzun süredir var olan ağaçlardı, öyle irilerdi ki, atı göremiyordum. Oku kaldırdım ve herhangi bir tehlikede kendimi korumak için öne çıktım.

"Soytarı mısın nesin!" Hiddetle arkamı döndüm ve renginin beyaz olduğunu fark ettiğim at, yönümü döndüğüm ağaçların arkasından kişneyerek geçti. Onu daha yakınımda görünce gözlerimi kocaman açıp okuma davrandım. Kendi etrafımda, atın etrafımda döndüğü gibi dönüp gözlerimle onu takip ettim. "Yolunu kaybettiysen nehrin sesini takip et, sonra da karşıya ge..."

At o kadar arsız ve sıhhatsizce kişnedi ki bir anda korkuya düştüm ve okumu göz hizama kaldırıp ileriyi hedef aldım. Yayını kendime doğru çekip oku ileriye hesapsızca fırlattım. Ok havada, at kadar süratli şekilde ilerledi ve yalnızca üç saniye sonra gözden kayboldu. Ağaçların arasına karıştı ve ben nereye isabet ettiğini düşünürken, ormanın içinde bir kükreme sesi geldi.

"Tanrım!"

Sahiden Tanrım! Ok, atın üzerindeki insana mı isabet etmişti? Oh, neyse ki atı vurmamıştı, havvancağzın bir suçu yoktu ya. Haydut, atı benim ormanıma sürmüştü. Nefesimi tutup okumu göz hizamdan indirirken, bir patırtı koptu ve at nallarının sesi sona erdi. Geyiğimle bakıştık ve sonra ileride, oku hedef aldığım yere baktık.

"Kaçsak mı geyiğim... Lakin, kaçmak hiç bize göre bir davranış değil!"

"Göğsüm... göğsüm," diye inliyordu bir adam.

Siyah örtümü sıkıca örttüm ve geyiğimle beraber, korkusuz şekilde ilerlemeye başladım. Geniş yaprakları savuşturup, çalıları itip ağaçların arasından süzüldüm. İnleme ve kişneme seslerine yaklaştığımı anlayınca bedenimi bir ağacın arkasına saklayıp başımı da ileriye uzattım. Yerde, göğsünü tutarak uzanan heybetli bir adam gördüm. Beyaz, pürü pak at da onun başında kişniyordu.

Tez nefesler alıp, ayrık dudaklarımla adamın yüzüne baktım. Esmer, kara kaşlı, kara gözlü bir adamdı. Kıpkırmızı dudakları vardı, sert de bir çenesi. Yüzünün sol tarafından aşağıya bir kesik iniyordu, düşüşünden olsa gerek saçları darmadağın olmuştu. Atına bir şeyler diyor, hiddetle konuşuyordu. Kızgın olduğunu fark etmiştim, atına habire yakınıyordu. Üzerinde uzun, deri çizmeleri, yakası dağılmış keten beyaz gömleği ve siyah pantolonu vardı.

Elini götürdü, göğsüne denk gelen oku çekip sertçe çıkardı.

"Hangi kendini bilmez cesaret eder bana ok atmaya!"

Sinirle ağacın yanından çıktım. "Ben!"

Haydutun başı bana döndü ve gözleri, elindeki o kadar keskin baktı. Bir vakit önce yalnızca bakan kara gözleri bir vakit sonra hayretle açıldı. O an gözlerimin, kimsenin bakmaması lüzum olan gözler olduğunu anımsayıp başımı eğdim ve onun beyaz keten gömleğinin kırmızıya bulandığını görünce korkusuzca ileriye çıktım.

Gözlerime laf edecek olursa onu ikinci kez vururdum.

Ben insanların ne kadar acımasız olabileceğini atalarımın beni bırakmasıyla anlamıştım. İnsanlara katiyen acımazdım.

Algeyiğim ardımdan gelirken, yaklaşıp bu yabancının önünde dizlerimin üzerine eğildim ve elimi uzatıp yarasına baktım. Yanında oku yoktu, bana zarar veremezdi sanırım. İlk kez cadıdan başka bir insana bu kadar yakındım ama ne yapayım, kendi başıma külfet çıkarmıştım. Parmaklarımla gömleğinin dikişlerini açıp kan birikintisini, eteğimin uçlarıyla sildim. Ok, çok derine saplanmamıştı ama sathi bir yara açılmıştı. Ellerime bulaşan kana bakıp, "Nehrin karşısına geç," diye fısıldadım. Dizlerimin üzerinden kalktım. "Obadakilere sor, şifacıyı göstersinler sana. Yarın bu vakitlere iyi olursun herhalde."

Eteğime bulaşan kana bakıp geriye gittim ve arkamı dönmek üzereydim ki, "Hangi klandansın sen," diye sordu, ağır ağır nefesler alırken. Elini göğüs yarasının üzerine koydu. Obada eli yüzü düzgün böyle bir erkek hiç görmemiştim. "Ok atmayı biliyorsun... Daha önce kimse oku göğsüme isabet ettirememişti. Bu... Ne cüret!"

"Gerçek bir savaşçıyla hiç karşılaşmamışsın demek ki haydut!"

Elini göğsünün üzerinden kaldırdı ve parmaklarına bulaşan kana, bir de gözlerimin içine derince baktı. O an nefesim kesildi, özgür hissettim. İlk kez, yaşamımda ilk kez birinin gözlerine bu kadar cesur ve uzun bakmıştım. Gözlerim diğer herkesten farklı olduğu için saklanmamış, ben de birini görmüştüm. Demek ki böyle oluyormuş, bir insanın gözlerine bakınca kalbin böyle zavallıca titriyormuş. Yüreğim ne bilsin böyle olduğunu, insanın içinde nelerin gizli kaldığını.

İnsan birinin gözünün içine bakınca nehrin suyunu bile duymaz oluyormuş demek ki.

O zaman bakmasın bana bir daha bu gözler!

"Gözlerin," dedi ve başka daha diyecek şeyleri oldu ama bir hışımda okumu ona gösterip, "Seni bir daha vururum," dedim bağırarak. Nefesim dudaklarımı yakarak çıkmıştı, ormanın içinde bir çakal ulumuştu. Ateş böcekleri neredeydi, eteğime üşüşmemişlerdi. Rüzgâr çehreme doğru koşarak esmişti. "Gözlerime bir şey diyecek olursan seni..."

At kişnedi, geyiğim de ata doğru ıskırdı.

"Geyiğin de... Senin gibi... Vahşi," dedi yabancı ve elini göğsüne tamamen bastırıp gözlerini yavaşça kapattı. Dudakları ayrık, eli de kanlı yarasının üzerinde kalmıştı.

Aaa. Uykuya mı dalmıştı? Yok, kesin bayılmıştı. Hay aksi, göğsünü o kadar mı acıtmıştım? Tamam, insanlarla anlaşamazdım ama ben kimseyi de öldüremezdim. Birinin hayatını alamazdım. Göğsünde biriken kana baktım ve sonra dizlerimi tekrar büküp eğildim, ikinci kez aynı erkeğin yarasına elimin ayasını uzattım. Ben yarayı tedavi etmeyi az çok bilirdim ama bir şifacı da değildim. Rüzgâr bir daha esti ve saçlarımın dalgalarını yüzümde hissederken elimle omzunu yavaşça dürttüm. "Ölüyor musun erkek?"

Ses etmedi, atı da başımda kişnedi. Atının gözlerine baktım ve o gözlerinde, sahibi için duyduğu sevgiyi görünce başımı tekrar eğdim. "Ses etsene."

İnsan bir cevap verirdi!

Demek insanlar bu kadar da yabaniydi, neredeyse benden bile! Hiç cevap da vermiyordu. Doğru, onu vurmuştum ama yaşamak için gayret göstermeliydi. Yarasına bakıp şifacının neler yaptığını anımsamaya çalıştım. Elimi uzatıp başımdaki siyah örtüyü indirdim, saçlarım rüzgâra teslim olurken, örtüyü katlayıp onun yarasına doğru bastırdım. Ne de geniş göğsü vardı, gömleğinin içinden fırlayacaktı haydut. Hızlı soluklar alıp verirken, nehrin sesini tekrar duymaya başladım ve ona şifa vermek için cadıdan büyü yapmasını mı istesem, diye düşündüm. Ya da ben de yapabilirdim, bunu öğrenmiştim.

"Cadı senin için hemen bir büyü karış..."

Ona doğru biraz daha eğilip yarasına bakıyordum ki, vücudum bir anda havalandı ve gözlerimde şimşekler çaktı. Bedenim havada adeta dönüp bir vakit sonra yere sertçe yapıştı. Kaburgalarımdaki sızıyı hissedip derin bir ah çektim ve o haydutu üzerimde hissedip gözlerimi kocaman açtım. Üzerine yattığım toprak toz halinde etrafa dağılırken, saçlarım da gökyüzünden dökülen alevler misali başımın civarında uçuştu. Haydut, bileklerimi başımın üzerinde birleştirip önce havada uçuşan saçlarıma, sonra da kin dolu yüzüme bakarak alçakça sırıttı. "Demek, göğsüme, bir daha ok atmaya cüret edeceksin. Yap bakalım." Bir daha saçlarıma baktı. "Cehennemden mi geldin sen?"

İlk kez bir erkeğe bu kadar yaklaşmıştım, asıl o bunu yapmaya nasıl cüret ederdi? Yalan mı yapmıştı, bayılmamış mıydı? Bir de alçakça sırıtıyordu, bu adam sahiden de hayduttu! Nasıl da gülüyordu, dişleri görünüyordu. Nefesi yüzüme vuruyordu. Bileklerimden tutuyordu, bir yabancının derisi böyle mi hissettiriyordu? Nehrin sesini yine duyamıyorum! Ben bile bu yabaniliğimle, birine, kendisi istemeden dokunulmayacağını biliyordum. Gözümün önüne gelen saçı üflerken, "Seni bu kez göğsünün tam ortasından vuracağım," diyerek haykırdım.

Oysa hiçbir şey demedi. Alev alev yanan gözlerime, dalga dalga uçuşan kızıl saçlarıma aynı hayretle bakıp göz kapaklarını aheste aheste inip kaldırdı. Teni yanmış gibiydi, yazın ben de ormanda çok kalınca cadı kara bir kıza dönüştüğümü söylerdi. O da şimdi kara bir oğlan gibiydi, doğrusu büyümüş bir adama benziyordu. Vakit aldı ama başını eğip göğsündeki yaraya bakarken, "Göğsümü acıttın," diye fısıldadı.

Bir an sonraysa üzerimden uçtu.

Takip edemedim, yalnızca üzerimdeki ağırlığın kalktığını anladım ve başımı ileriye çevirince onun havada uçarak sertçe ağacın önüne düştüğünü gördüm. Elini göğüs yarasının üzerine yaslayıp canhıraş halde kükrediğinde, kafamı çevirip geyiğime baktım. Onun üzerine saldırmıştı.

Güldüm.

"Ne iyi ettin alageyiğim."

Hızla yerden kalktım ve nefes nefese, üzerimdeki tozu toprağı silkerek geyiğime doğru koştum. Ayakkabım çıkmıştı, geriye dönemedim. Onu alıp bir an evvel gitmek istiyordum. Geyiğimin yanına koştum ve ona gülümseyerek elimle gel, işareti yaptım. Benim peşime takıldı ve ben bir daha ardıma bakmadan onunla beraber ilerlemek için bir adım attığımda, at kişneyerek önümüze geçti. Rengi çok güzeldi, keşke sahibini bırakıp bana kaçsaydı.

Çıplak ayaklarım üzerinde geriye çıkıp nefes nefese soludum.

"Ah!" Yabancı inledi ve ayaklarının yerde sürtündüğünü işaret eden bir ses çıktı. Başımı döndüm ve kıvırcık, kızıl saçlarım suratıma çarparken, adamın kalktığını gördüm. Keten gömleğinin yakası açılmıştı, bir erkeğin çıplak göğsünü ilk kez görüyordum. Kanlar kapatmış olsa da. Sırtını, arkasında bulunan ağaca yasladı ve güneş, yanık teninde parladı. Atı önümü, o ardımı kesmişken, kafasını iki yana sallayıp durdu. Neredesiniz ateşböcekleri ve kelebekler, etrafımda dönmeyi mi unuttunuz? Ya sen neredesin nehir, sesin kulaklarıma gelmiyor, akmayı mı unuttun?

Ne ara eline geçtiğini anlamadığım oku kaldırıp geyiğimi hedef aldı.

"Yarama pansuman yapmadan gitmeye cüret edersen... Geyiğini vururum."